Hakkımda

1951 yılında Kırşehir'in Dalakçı köyünde doğdum. İlköğretim ve liseyi Kırşehir'de bitirdim. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünü bitirdim. 1973-1980 yıllarında Konya İvriz Öğretmen Okulunda çalıştım. 1980-1999 yılları arasında Adapazarında öğretmenlik yaptım. 1999 depremi sonrası Kırşehir'e göç etti. 1999 yılından sonra Kırşehir'de özel öğretim kurumlarında öğretmenlik yaptı.

İnsan kendi özünde bulunan soylu değerleri keşfettikçe insanlaşır. gerçek mutluluk insanca değerlerde gizlidir. Aklınız sizlere yeni ufuklar açacak muhteşem güzellikler sunacaktır. Kendinizde bulunan bu cevheri keşfedin

14 Nisan 2010 Çarşamba

DALKAVUK VE SOYTARI

Gerçek gazeteciler en çok dalkavuk gazetecilerden şikâyetçiler.Dalkavuk gazeteciler, halkın doğru haber almasını, bilgi edinmesini önlüyor. Dalkavukluğun özünde çıkar vardır.Dalkavukluk, çıkar sağlamak için karşısındakilere yaranmak isteyen kimseler için kullanılan bir sıfattır. Başka deyişle şaklaban, yağcı, yalaka, yalama, piyazcı vb. sıfatlar kullanılır. Dalkavukluğu ilk Türkçe sözlüğün yazarı Şemseddin Sami Kamûs-ı Türki'sinde şöyle tanımlar:“Para kazanmak için birini öven kendi ağırlık ve onurunu koruyamayan.” Dalkavukluğu pozitif bir anlamı yoktur. Her zaman ve her yerde negatif anlam ifade eder. Adnan Yılmaz arkadaşımız bu tür insanlar için omurgasız sıfatını kullanırdı. Bu terimde dalkavukluğun anlamı ile örtüşüyor. Dalkavuğun Batı kültüründeki karşılığı soytarıdır. Dalkavuk, Doğulu sultanları, soytarı ise Batılı kralları eğlendiren kimselerdir. Dalkavuk ile soytarı arasındaki fark aynı zamanda kültürler arasındaki farkı da yansıtır. Osmanlı'da yöneticilerin yanında daima dalkavuk bulunurdu. Dalkavuk, uyarıcı bir görev yapmaz, sadece efendilerinin söylediklerini onaylar ve onları eğlendirirdi.Soytarı ise, güldürmenin yanında eğlendirmenin, onaylamanın, uyarıcı, eleştirici ve hamleci özellikleri olan kimsedir. Soytarıyı dalkavuktan ayıran da bu uyarıcı eleştirici özelliğidir.Nedendir bilinmez, ama Doğu kültüründe yöneticiler uyarıyı, eleştiriyi pek sevmezler. Doğru kararları hep kendilerini verdiğini sanırlar.Tarih bunların örnekleriyle dolu.Harun Reşid'in dalkavukları; Eşebi, Ebul Hasan.Halife Mütevekkil'in dalkavuğu; Ebul Enhas.Hatta dalkavuk sözcüğünün Gazneli Mahmut'un sarayında dalkavukluk yapan Telhek'ten geldiği de rivayet edilir.Osmanlı'da yöneticilerin yanında konaklarda da dalkavuk bulunurdu. Bunlardan belki de en ünlüsü Koca Ragıp Paşa'nın dalkavuğu Nedimi idi.Nedense Doğulu toplumlarda bu gelenek pek değişmiyor. Yöneticiler, kendini onaylayanları pek seviyor?Onun için Doğu'da uyarıcı soytarılar değil, onaylayıcı dalkavuklar yetişiyor. Soytarı kralın yanında oturur, prenslerin, düklerin, baronların, kontların yanında eleştirileriyle, yaptığı uyarılarla öfkeleri, nefretleri ortaya döker. Yergilerin alasını yapar, yöneticilerin eksiklerini, yanlışlarını şakayla karışık söyler. Klasik romanların önemli kahramanlarından biri de soytarılardır. Bilhassa Sheakespeare'in eserlerinde soytarı önemledir. Dalkavukluk konusunda Topkapı Sarayı arşivinde bulunan bil belge dalkavukluğun özelliklerini şöyle sıralıyor:“Dalkavuklar, kibar ve rical huzuruna girdiklerinde etek öperler, oturacakları yer trabzan yanındaki küçük minderdir. Görevleri hane sahibi olan zatın mizaç ve doğasına uygun şekilde konuşmak, meclise neşe vermek, küfürden sakınmaktır. Hane sahibi ne söylerse fevkalade yardakçılıkla onaylamak ve asla aykırı söz söylemeyeceklerdir.Verilen ihsanı gizlice alacaklardır. Verilen paranın çokluğu ile meslektaşları arasında öğünmeyeceklerdir.Dalkavuklar, zengin konaklarının da vazgeçilmeziydi. Bu durumu anlatan pek çok fıkra vardır. Dalkavuklar, efendisini onaylarken çoğu zaman farklı bir insan olduğunu da unuturdu. Örneğin:“Filozof bir dalkavukla konuşur. Filozof ne derse dalkavuk onu onaylar. Sonunda filozofun sabrı tükenir 'Be adam, hiç olmazsa bir kere itiraz et de iki kişi olduğumuzu anlayalım' der.”Dalkavukluğun bağımsız kişiliğinin ortaya çıkmasına da mesleği engeldir. Soytarı, gelişimin temeli olan hoşgörü ve eleştiri kültürünü besleyip geliştiren kaynaktır. Soytarı, şişen egolarımızı iğneler, gözlerimizi açar, gerçekleri gösterir.Dalkavuk ise, egolarımız şişirir, doğruları görmemizi engeller, bunun sonunda insan büyüklük hezeyanına kapılır. Dalkavukları Kral İskender'e Tanrı olduğunu söylerler. İskender'de buna inanır. Bir savaşta yaralanır, yarasında kan akmaya başlar. Yarasından mis gibi insan kanı aktığını gören İskender, dalkavuklara şöyle bağırır:'Benim için Tanrı diyordunuz. Ne Tanrısı, Tanrı'da insan kanı olmaz. Bende insan kanı olduğuna göre ben Tanrı değil insanım' der.Görüldüğü gibi, dalkavuklar dünyanın en akıllı kralını bile kandırmışlar. İnsanoğlu ilgi, iltifat, övgü karşısında zayıftır. İlgi karşısında insan, her zaman zayıflığını gösterir. İşte bu zaafımızı en iyi kullananlar da dalkavuklardır. Dalkavuktan kurtulmanın yolu, onların faydalandığı nimetleri ortana kaldırmaktır. Çıkarın bittiği yerde dalkavukluk da biter. Burada önemli olan, sorulması gereken dalkavuk kullanmak mı, yoksa dalkavuk olmak mı?Sizce sorun hangisinden kaynaklanıyor?

KÜFÜR CEHALETİ, HİCİV, YERGİ VE TAŞLAMA GELİŞMİŞ BİR ZEKÂYI GÖSTERİR

Kırşehir'de gençlerin bir özelliği de konuşmalarında sıkça küfüre başvurmaları. Buna karşı çıkanlar olabilir.Fakat kanıtlaması çok kolay. En kalabalık caddelerimizin birinde 5-10 dakika yürüyün hemen yanınızda küfürlü konuşan birilerini görebilirsiniz.Kırşehir'de yaşayıp da bu duruma tanık olmayan hemen hemen yok gibidir. Hafta içi, öğle arası Öğretmen eviyle Ahi İş Merkezi arasında 13-14 yaşlarında kızlı-erkekli çocukları izleyin. Bir elinde sigara, diğer elinde tespih küfürlü, çirkin konuşmaları görebilirsiniz.Bu çocuklar çevreyi hiç mi hiç umursamıyor. Henüz genç bile olamamış bu çocukların benzerlerini akşamları gruplar halinde sokaklarda, caddelerde görebilirsiniz.Bu çocuklar, gürültü yapmayı, çevreyi rahatsız etmeyi, küfürlü konuşmayı marifet sayıyorlar. Bu durumun sadece ilkellik olduğunu bilmiyorlar.Anne ve babaları bunları gecenin o saatinde neden sorumsuzca sokağa bırakıyorlar, anlamak olanaksız.Bu gençler uzaydan gelmedi. Onlar bizim çocuklarımız, onları da dünyaya getiren anne ve babaları var. Tüm olumsuzluklarına rağmen günahıyla, sevabıyla bunlar bizim çocuklarımız. Sorumlusu da bizleriz. Önlemini de almak zorundayız.Hemen hemen binlerce insanın koro halinde sadece küfür etmek için maça gittiği bir ülkede yaşıyoruz. Bunun nedeni de eğitimsizlik değil de ne? İlkelliğin başka türlü açıklaması var mı?Eğitilmemiş insan, akıl ve zekasına göre değil, içgüdülerine göre hareket eder. Aklını kullanabilmek, ancak belli bir eğitimden sonra mümkündür. Bu gençleri belli bir eğitimden geçirmediği için anne ve babalarıyla birlikte toplum olarak da suçluyuz. Bu gençlerin küfür ile hiciv arasındaki farkı anlamaları için belli bir eğitimden geçmeleri gerekir.Edebiyat tarihimizde hiciv, eleştiri, taşlama konusunda çok değerli sanatçılarımız var. Bu çocukların bu sanatçılardan haberi olduğunu hiç sanmıyorum. Bir ilin bile adını bilemezler, çünkü eğitimleri eksik.Hiciv ve yergi sadece bizim edebiyatımızda değil, insanlık tarihinde de oldukça geçmişi olan önemli bir sanat türüdür. Hiciv ve eleştirinin ne derece önemli olduğunu ancak bunları okuduğumuz zaman anlarız. Maçta küfür edenlere göre, küfür; insanı sıkıntıdan, stresten kurtarır, insanı rahatlatır. Bahaneleri de bu. Hiciv ve yergi sürekli gelişen, kendini yenileyen canlı bir edebiyat türüdür. Küfrün dışında da insan estetik bir biçimde taşlama yaparak kendisini rahatlatabilir.Edebiyat tarihimizde; Nef'i, Şair Eşref ve Neyzen Tevfik bunlara örnektir. Nef'i'nin(1572-1635) dizelerini okuyup hicvin güzelliğini, estetik boyutlarını anlamamak mümkün mü? Şu dizelerdeki yüksek zekâya, eleştirinin güzelliğine bakın:“Tahir Efendi bize kelp demiş,İltifat bu sözde zâhirdir,Malikidir mezhebim zira,İtikadımca kelp Tahir'dir”……“Bana kafir demiş Müftü Efendi,Tutalım ben diyem ona müselman,Vardıkta yarın ruz-i cezaya,İkimizde çıkarız onda yalan.”Hiciv sanatının eşsiz örneklerini veren bu büyük sanatçının ölüm nedeni de küfürlü şiirleridir. Onun ölümüne neden olan şiirleri maalesef elimizde yok.Padişah IV. Murat defalarca Nef'i'yi affetmesine rağmen Nef'i Sadrazam Bayram Paşa'yı hiciv etmekten vazgeçmemiş bu da şairimizin sonunu getirmiştir. Hiciv sanatının bir diğer büyük ustası Şair Eşref(1847-1911), kaymakamlığı sırasında yergilerinden ve taşlamalarından ötürü sürgüne gönderilmiş hatta Gördes Kaymakamlığı sırasında tutuklanmıştır. Şair Eşref'in bu konuda söylediklerinin bazıları şöyledir:“Vakt-i istibdatta söz söylemem memnu idi,Ağlatırdı ağzını açsan hükümet ananı!Devr-i hürriyetteyiz şimdi değişti kaide.Söyletirler evvela, sonra s… ananı!”……“Bir soğan soyulur, yaşarıyor gözler,Bir devlet soyuluyor, aldırmıyor öküzler.”……“Kişi kamil oldu mu üstad mertebesinde,Ona madde üstünde bir değer vereceksin,Baktın ki; hali, tavrı değişti meclise gelişti,Çüüüüüş… deyip sırtına bir semer vereceksin.”Dostları Şair Eşref'e Abdülhamit'in bir oğlu olduğunu söylerler.Şair, “Adını ne koymuş acaba? diye sorar.Dostları, “Ertuğrul” der.Bunun üzerine Şair Eşref “Biz yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik sanıyorduk. Demek ki yeniden başlayacağız” diye ahlanır.Şair Eşref Mısır'da sürgündeyken Abdülhamit'in ağır hasta olduğunu haber verirler. Bunun üzerine Şair, şu dörtlüğü söyler:“Toprak altında olsan bulurum,Erişir burnuna birkaç tekmem,Can verip kurtulurum zannetme,Şeytan elini çekse de ben elimi çekmem!”Hiciv, yergi, taşlama sanatının belki de en ünlülerinden biri Neyzen Tevfik(1879-1953)'dir.Neyzen, taşlamalarında toplumsal hayatımızdaki, haksızlıkları, siyaseti, çıkarcılığı, dini bağnazlığı çarpıcı bir şekilde eleştirmiştir.“Kime sordumsa seni doğru cevap vermediler;Kimi hırsız, kimi alçak, kimi deyyus dediler…Künyeni almak için partiye ettim telefon,'Bizdeki kayda göre şimdi o mebus' dediler.”……“Asrın yeni bir umdesi var, hak kapanındır.Söz haykıranın, mantık ise şarlatanındır,Geçmez ele bir paye kavuk sallamayınca,Kûrsî-i liyakat pezevenk puşt olanındır.”……“Hayliden hayli kalınlaştı yobazlık yeniden,Softalık zorlu bir anırtı ile aldı yürüdü,Kara bir kinle taassub pusudan çıktı yine,Yurdu şâhâne cehalet yeni baştan bürüdü.”Neyzen Tevfik, büyük bir ney ustasıdır. O ney çalarken dinleyiciler kendinden geçerdi. Sait Halim Paşa da bunlardan birisiydi. Paşa bir gün Neyzen'i Yeniköy'deki özel yalısına davet eder. Yenilir, içilir. Neyzen'in ney faslı dinlenir. Paşa çok memnun kalır. Neyzen'e pırlanta işlemeli eşsiz bir ney hediye eder. Neyzen, hediye neyi inceler, tekrar Paşa'ya verir. Paşa, “Hayrola üstat beğenmedin mi?”Neyzen, “Çok beğendim.”Paşa, “Neden almıyorsun?”Neyzen, “Paşam, ben yolsuz kalınca bunu satarım. İyisi mi sende dursun.”……Savaş vurguncusu biri için “tonla parası var, nereye gitse hemen yol açıyorlar” derler. Neyzen sorar: “Gerçekten kenara mı çekiliyorlar?”“Evet, çekeliyorlar.”“Demek ki cebindeki pisliğe kimse bulaşmak istemiyor.”Yoksul sanatçımız işte böyle onurludur. Çoğu insanımızın üslup olarak Neyzen'in sandığı aşağıdaki şiir Neyzen'in değil, Emniyet Müdürü Mutlu Çelik'e aittir.Mutlu Çelik, 1994 yılında bu şiiri mahkeme kararı ile kendi adına tescil ettirmiştir ve kitabında yayınlamıştır.“Ne ararsın Tanrı ile aramda,Sen kimsin ki orucu sorarsın,
Hakikaten gözün yoksa haram da,Başı açığa neden türban sararsın?
Rakı, şarap içiyorsam sanane,Yoksa sana bir zararı içerim,
İkimizde gelsek kıldan köprüye,Ben dürüstsem sarhoşken de geçerim.
Esir iken mümkün müdür ibadet?Yatıp kalkıp Atatürk'e dua et,
Senin gibi dürzülerin yüzünden, Dininden soğuyacak bu millet,
İşgaldeki hali sakın unutma!Atatürk'e dil uzatma sebepsiz,
Sen anandan yine çıkardın amma,Baban kimdi bilemezsin şerefsiz!” Mutlu Çelikİşte sevgili gençler küfür, içgüdüsel bir tepkidir, kaba ve çirkindir. İlkelliğin bir yansımasıdır. Fakat hiciv, yergi, taşlama bir sanat türüdür. Belli bir estetik yapısı vardır. İnsanca eksikleri, yanlışları gösteren bir sanat türüdür. Gelişmiş aklın, zekanın ürünüdür. İnsanı da insan yapan akıl ve zekası değil mi

BİR KAYISI AĞACI

Dinekbağı'nda “Bir Kayısı Ağıcı” şiirini yazan A. Kadir(İbrahim Abdülkadir Meriçboyu 1917-1985) 1939 yılında Harp Okulu'nda son sınıf öğrencisiyken Nazım Hikmet'in şiirlerini okuduğu için okuldan atıldı.Ne günlerden geçmişiz. Bugün Nazım'ın şiirlerini törenlerde başbakanlar, parti liderleri meydanlarda okuyor. Hakkında dava açıldı. 10 ay hapis cezasına mahkûm edildi. Cezaevinden çıkınca Hukuk Fakültesi'ne girdi. Tan Gazetesi'nde gazeteciliğe başladı.Savaş karşıtı şiirlerinden dolayı sıkıyönetim tarafından İstanbul dışına sürgün edildi.Muğla, Balıkesir, Konya, Adana ve Kırşehir'de sürgün hayatı yaşadı.1946, 1947 onun Kırşehir'deki sürgün yıllarıdır.A. Kadir'in Kırşehir'deki günleri nasıl geçti, nasıl yaşadı bu konuda net bir bilgilerimiz yok. Elimizdeki bilgilerde kopuk kopuk. A. Kadir hakkında bilgi veren emekli öğretmen Halit Kurutluoğlu'na göre, A. Kadir bir müddet babasıyla arkadaşlık etmiş. Dinekbağı'nda oturan yazarımız zaman zaman çarşıya iner, İş Bankası'nın arkasında bulunan Göçmenler Kıraathanesinde dinlenirmiş. Hani şu Celal Bayar'ın meşhur seçim nutuklarını yaptığı kıraathane. A. Kadir bu kıraathanede otururken sürekli sivil polisler tarafından takip edildiğinden onu ziyarete gelenler tedirgin olurmuş. Öyle ya onlar da sabıkalı duruma düşecekler. Ziyaretçilerinin de sivil polisler tarafından tanınmaması için sivil polisleri atlatarak onlarla zor şartlarda görüşme yaparmış. Böyle zor şartlarda yaşayan değerli ozanımız umudunu ve sevgisini hiç kaybetmemiş. Hayat sevgisi demek ki o derece büyükmüş. Hayatı hep sevmiş. Onu için de sanata büyük hizmetler yapmış. Umutsuz insan, yaşamı da sevmez.A. Kadir onca olumsuzlukların içerisinde Kırşehir'e olan sevgisini “Bir Kayısı Ağacı” isimli şiirinde ölümsüzleştirmiş. Nisan ayında Kırşehir'in yumuşak toprağında yürümüş, toprağa dokunmuş, toprağı koklamış, duygularını mısralara dökmüş.Belki de Dinekbağı'nda yağmur sonrasının o muhteşem toprak kokusunu unutamamış. İstanbul'da 4 yıl ben de yaşadığım için bilirim, yağmur sonrası bu toprağın kokusu orada yoktur. Kırşehir'de kırlara çıkarsanız toprağın ne kadar yumuşak, ne kadar güzel olduğunu siz de görürsünüz. Toprak, insanın vatanı, doğa ise gerçek dostudur. Doğayla karşı karşıya kaldığımızda insan, bir dostla karşılaşmış gibi olur. İçinde sıcak bir duygu belirir. İşte o zaman doğanın bir parçası olduğumuzu anlarız. A. Kadir şiirinde anladığımıza göre bu duyguları yaşamış, kayısıyı çok sevmiş, kendisini de bir kayısı ağacına benzetmiş. Bu duyguları bakın dizelerinde nasıl dile getirmiş:“En güzel ay, Nisan ayı,Toprak yumuşak yumuşak,En güzel ay, Nisan ayı,Yağmur yağdı, çiçek açtı,Bir hoş oldu içerim,En güzel ay, Nisan ayı,Kavaklar uzakta upuzun,Bir sağa, bir sola,Başı döner kavakların,Ben bir kayısı ağacı,Başımda çiçeklerim.”Bugünlerde Nisan ayına girdik, A. Kadir'in bu duygularını yaşadığı aya. Aslında sanatçılar da çevresindeki insanlarla aynı koşulda yaşar.Fakat sanatçıları farklı kılan da bizim görmediklerimizi görmeleri, duymadıklarımızı duydukları, dile getiremediklerimizi dile getirmeleridir. İşte bu özellikleri de onları sanatçı yapar. Sanat eserlerini okuduğumuzda orada kendimizi görürüz, anlatılanlar bizim yaşadığımız duygulardır. Sanat eserlerinin anlattığı insandan başka bir şey değildir. Bir eser, insanı, insanın doğasını, hayat mücadelesini ne kadar güzel anlatıyorsa, sanat değeri de o derece yüksektir. Sanat, ne sanat için ne de halk içindir. Orada anlatılan sadece insandır. Sanatçı için sözcükler, işlenmeyi bekleyen bir mücevher gibidir. Sanatçının kullandığı her sözcük, ruhumuzda ayrı ayrı ışıklar yakar, yeni tatlar sunar. Onun için de sanat eseri insana haz, heyecan ve coşku verir.Sanatçılar da bu duyguyu bir defa yaşarlar, istese de aynı duyguyu ikinci defa yaşayamazlar. Onun için de bir eserin ikinci defa yazılması olanaksızdır.Bir duygu bir an yaşanır. Sanat eseri de işte o anın ölümsüzleştirilmesidir. A. Kadir, “Bir Kayısı Ağacı”nı yazarken o duyguları yaşamış, 1947 yıllarına da tanıklık etmiştir. “Çarşıda dört döner İbrahim,Dedim ekmek parası,Zeytin parası,Gaz parası.”O gün de gaz parası ne büyük sorunmuş. Bugün doğalgaz parası diyoruz, ama 63 yıl önce de dertlerimiz aynıymış. Temel sorun gaz parasıymış. Gazda o gün de dışa bağımlıymışız, bugün de. Değişen bir şey yok. Yıllar geçmiş, koşullar aynı kalmış.“Haziran gelecek,Güneş yakacaktır tepemi,Kayısılarım balla, şekerle dolacaktır.Ben bir kayısı ağacıyım,Haziran gelecek,Avuç içi kadar kayısılarım,Ahmet'in ekmeğine katık olacak.”Ne günler yaşamışız. Anneler çocuklarına kayısıdan dürüm yaparmış. Ekmeğin katığı kayısı.Bu dizeleri okuyunca o günün koşulları canlanıyor insanın gözünde. Bugün çocuklara kayısı dürümü versek, çok garip karşılanır. Ama o günlerden gelmişiz. Sanatın güzelliği de işte burada. Sanat eserleri çağına tanıklık ediyor. Yaşadığı çağın koşullarını apaçık ortaya koyuyor. Haksızlık, yolsuzluk ve bitmeyen umutlar. Umut insanın içinde hep vardır.A. Kadir, sürgün bitiminde İstanbul'a gitmiş. Hayyam'ın o eşsiz rubailerini Türkçeye kazandırmış. Tevfik Fikret'in şiirlerini günümüzün Türkçesine çevirmiş.Tevfik Fikret'i en iyi anlayan, en güzel yorumlayan sanatçılardan biri olmuş. A. Kadir, Fikret'in sanat anlayışı ve kişiliği için şunları söylüyor:“Fikret, ana çizgileriyle iyimserdir. Bütün isyan ve kederlerinin arkasından bir de bakarısınız gülümser tatlı tatlı. İnsanca yaşamayı özler.Cennet gibi bir dünya hayal eder.İnsanoğlunun bir gün şu yeryüzünü mutlaka yaşanır hale getireceğine inanır.Toplumun acıları, umutları, hasretleri, isyanları ile birlikte yaşamış bir şairdir Fikret.İnsanlarla burun buruna, iç içe olmamasına toplumdan uzağa bir tepeye çekilmesine karşın orada yükseltir sesini, oradan haykırır zulme, haksızlıklara, dönekliklere, namussuzluklara.Doğacak güneşi orada bekler. Aydınlığı oradan görür, sevinir şakır.Oradan ağlar yoksulluğunu halkın.”Tevfik Fikret'i bu derece güzel, bu derece içten ancak A. Kadir anlatabilir. İşte bu büyük ozan, iki yılını şehrimizde geçirmiş, bu topraklarda gezmiş, bu kırların sesini dinlemiş. “Bir Kayısı Ağacı” isimli şiirini de biz Kırşehirlilere bir armağan olarak bırakmış.Ne güzel de yapmış.Bir Kırşehirli olarak bu şiiri her okuyuşumda duygulanırım. A. Kadir'i saygıyla anarım. Bıraktığın bu güzel hediye için teşekkürler büyük ozan.Ruhun şâd olsun.